Prof. Dr. Levent Eraslan Özel okul sahibi olmanın dayanılmaz hafifliği 15.09.2025
Son günlerde Can Holding'e yönelik operasyonlarla birlikte Bilgi Üniversitesi ve Doğa Kolejleri'ne TMSF'nin el koyması, eğitim dünyasında adeta bir deprem etkisi yarattı (Doğa Koleji'ne burada bir parantez açmak gerekiyor bu son kararla okul, dördüncü el değiştirmeyi yaşıyor).
Akaryakıt ve sigara kaçakçılığından kara para aklamaya ve vergi kaçırmaya kadar uzanan ağır suçlamalar ve iddialar, yalnızca iş dünyasını değil, doğrudan binlerce veli, öğrenci, öğretmen ve akademisyeni derinden etkiledi.
Bir eğitim kurumunun böylesi şaibelerle anılması, kamuoyunda büyük bir güven bunalımına yol açarken, eğitim alanının ne kadar kırılgan bir yapıya sahip olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
İşte bu yazıyı kaleme almamdaki itici faktör, hem yaşanan bu gelişmeler hem de geçmişte benzer şekilde yaşanmış olaylardır.
Soru şu:
Okul sahipliği, yüksek maliyet ve yoğun emek gerektiren bir uğraş olmasına rağmen bazı yatırımcılar için neden cazip bir seçenek haline geliyor?
Yatırdıkları sermaye ve enerjiyi daha karlı olabilecek diğer sektörlerde değerlendirebilecekleri hâlde, eğitim kurumlarını tercih etmelerinin arkasında hangi motivasyonlar ve stratejik düşünceler yatıyor?
Elbette işini özenle ve kaliteli şekilde yürüten okul sahiplerini tenzih ediyorum; burada odak, daha çok spekülatif ve finansal motivasyonlarla hareket eden yatırımcıların davranışlarıdır.
Onlar da bu bahsedilenlerin kendileriyle ilgili olmadığını zaten biliyorlardır.
Geçen yıllarda Anadolu'nun ortalama bir ilçesinde sıradan bir esnaf, dükkânını kapatıp bir özel okul açmaya karar verdi.
Ne eğitimciydi ne de pedagojik bir birikime sahipti.
Ama kısa süre içinde o okulun tabelası, ona bambaşka bir kimlik kazandırdı.
Artık ilçede herkes onu "hocam" diye selamlıyor, daha önce randevu alamadığı belediye başkanıyla aynı masada oturuyor, kaymakamla çay içiyordu.
Daha düne kadar yalnızca çarşıda tanınan bu esnaf, kısa sürede ilçenin en itibarlı kişilerinden biri hâline gelmişti.
Çünkü okul, yalnızca bir eğitim kurumu değil; aynı zamanda toplumsal meşruiyetin en kestirme yollarından biriydi.
Küçük ilçelerde sessiz bir güç
Küçük bir ilçede özel okul sahibi olmak, yerel siyasetin, bürokrasinin ve gündelik hayatın içine doğrudan dokunan bir güç demektir.
Yüksek indirimle ya da kontenjanla çocuklarını okula aldığı kentin yöneticileri çocukları o okulda okur; öğretmenler veli toplantılarında yalnızca eğitim değil, aynı zamanda bir tür sosyal müzakere yürütür. Böylece okul, ilçenin nabzını tutan bir mekân hâline gelir.
Sahibinin ise, çoğu zaman farkında bile olmadan, ilçenin görünmeyen karar mekanizmalarında bir söz hakkı olur. Bu, mikro ölçekte sessiz ama etkili bir güçtür.
Metropollerde prestijin parıltısı
Büyük şehirlerde ise tablo farklıdır. İstanbul'da, Ankara'da ya da İzmir'de bir özel okul sahibi olmak, yalnızca ticari bir girişim değil, aynı zamanda sosyal bir vitrin işlevi görür.
Okul, sahibine prestij, görünürlük ve itibar kazandırır. Bir davette "özel okul sahibi" unvanıyla anılmak, iş dünyasındaki bir başarıdan çok daha güçlü bir toplumsal kabul sağlar.
Eğitim, toplum gözünde en saygın alanlardan biridir; bu alanda var olmak, sahibini adeta görünmez bir meşruiyet zırhıyla donatır.
Bir bakmışsınız kentin en üst yöneticileri ile özel telefon numaralarıyla görüşebilen, gelişmelerden haberdar olan ve bir başka değişle nüfus yaratan bir profil karşımıza çıkmaktadır.
Sermayenin dönüşümü: Bourdieu'nün izinde
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu'nün kavramlarıyla ifade edecek olursak, özel okul sahipliği ekonomik sermayenin sosyal ve kültürel sermayeye dönüştüğü bir sahadır.
Bir tornacı, bir matbaacı ya da sıradan bir esnaf, okul açarak yalnızca yatırım yapmaz; aynı zamanda toplumsal konumunu dönüştürür.
Okul, sahibine bir tür "saygınlık pasaportu" kazandırır. Bu pasaportla kişi, yalnızca iş çevrelerinde değil, siyaset ve kültür dünyasında da söz hakkı elde eder.
Eğitim, bu noktada hem bir iş hem de bir toplumsal rol dağıtım aracına dönüşür.
Vakıf üniversiteleri: Yerelden ulusala
Ancak hikâye yalnızca ilçelerle ya da şehirlerle sınırlı değild. Bir özel okul zincirinin ya da güçlü bir kurumun, zamanla bir vakıf üniversitesine dönüşmesi, artık yerel veya bölgesel değil, ülke çapında bir güç alanı yaratır.
Vakıf üniversitesi sahibi olmak, sahibine yalnızca itibar değil, aynı zamanda akademi, siyaset ve iş dünyasıyla doğrudan temas imkânı verir.
Üniversiteler, ulusal ölçekte konferanslardan medya tartışmalarına kadar pek çok alanda görünürlük sağlar.
Böylece okul sahipliği, bir ilçenin sınırlarını aşarak ülke genelinde toplumsal etki üreten bir kurumsal yapıya evrilir.
Kimi zaman bu süreç, bir esnafın hikâyesini ülke çapında bir marka hikâyesine dönüştürür.
Meşruiyetin en kolay yolu
Toplumsal meşruiyet arayışında olan bazı aktörler için özel okul sahipliği, en kestirme yollardan biridir.
Çünkü kimse "okul açan" birine şüpheyle bakmaz. Aksine, "çocuklara yatırım yapıyor" diyerek ona hürmet gösterir.
Eğitim kurumunun duvarları, sahibini adeta geçmişinden bağımsız bir şekilde yüceltir.
Bu yüzden özel okul sahipliği, bir bakıma, toplum içinde kendini yeniden var etmenin en kolay yollarından biri hâline gelir.
Hafiflik mi, ağırlık mı?
Dışarıdan bakıldığında özel okul sahibi olmak cazip, parlak ve "hafif" bir prestij gibi görünür.
Ancak gerçekte her okulun duvarları arasında yüzlerce öğrencinin geleceği, onlarca öğretmenin emeği ve toplumun eğitime dair beklentileri vardır.
Bir vakıf üniversitesi söz konusu olduğunda ise bu sorumluluk daha da büyür; çünkü bu kez mesele yalnızca yerel değil, ulusal ölçekte bir eğitim misyonudur.
İşte bu yüzden, özel okul sahibi olmanın dayanılmaz hafifliği aslında çift yönlüdür: Bir yanda prestij, meşruiyet ve güç…
Diğer yanda ağır bir sorumluluk, vicdani bir yük ve toplumsal bir emanet.
Hafifliğin cazibesiyle ağırlığın sorumluluğu arasındaki bu gerilim, eğitim dünyamızın en dikkat çekici paradokslarından birini oluşturuyor.
eki ne yapmalı?
Özel okul sahipliğindeki spekülatif motivasyonları azaltmak ve eğitim kalitesini ön plana çıkarmak için çeşitli önlemler alınabilir:
Öncelikle özel okul sahipliğinde ya da kurumsal ortaklıklarda pedagojik yeterlikler aranmalı.
Okul sahiplerinin mali ve idari süreçlerinin düzenli denetlenmesi, spekülatif davranışları sınırlandıracaktır.
Eğitim kalitesine yatırım yapan okullara finansal teşvikler veya vergi avantajları sağlanması, kalite odaklı yatırımları artırabilir.
Bu süreçte, özel okullar alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları, susmak yerine hem standartların oluşturulması hem de toplumsal farkındalığın artırılmasında kritik bir rol oynayabilir.
Ayrıca, özel okul sektöründe minimum eğitim ve etik standartlarının belirlenmesi ve uygulanması, sürdürülebilir ve güvenilir bir eğitim ortamı yaratır.
Toplum ve velilerin bilinçlendirilmesi, okul seçiminde marka veya prestij yerine eğitim kalitesini önceliklendirmelerini teşvik eder.
Son olarak, özel okul yatırımlarının kısa vadeli kazanç yerine uzun vadeli eğitim katkısına odaklanmasını sağlayacak stratejiler geliştirilmeli.
Millî Eğitim Bakanlığının geçen dönemde birçok özel okul hakkında hem kapatma hem de idari cezalar verdiğini biliyoruz.
Bu ceza sürecinde yer alan okulların ifşası da önemli bir caydırıcılık oluşturacaktır.
Kundera'ya bin selam…